Şeyh Efendi Buyurur ki;

Euzübillahi mineşşeytanirraciym Bismillahirrahmanirrahim.
Lâhavle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyul aziym.

Şeyh Efendi hazretlerinin hayatından sohbetlerimizde geçen kısımlar oluyor. Biz onu nerede ve ne zamanda, ne oldu, ne kaldı diyerekten bir tarih ile zabt etmedik te.

Umumi olaraktan Şeyh efendi hazretlerinin Dağıstan memleketinde İmam Şamil Hazretlerinin artık mücahadesinin sonuna doğru olan günlerde doğduğunu biliyoruz. Ve Rusların Dağıstan memleketlerini işgalleri devresine tesadüf ettiğini anlıyoruz. Hakiki doğum tarihi olarak Dağıstan memleketinden yanlarında bir kayıt bulunmadı. Yalnız Şam-ı Şerifte iken onların Şam’daki kayıtlarında doğum tarihi olarak 1867 gösterilmiştir. Ve Şeyh Abdullah DAĞISTANİ efendi Hazretlerinin Dağıstan memleketinde doğduğu yerin ismi de aklımızda yok.

Babası Muhammed Ali İsminde saadetli bir kimse idi. Valideleri Fatma Hatun isminde saadetli bir ana idi. Onun bir büyük kardeşi vardı. Kız kardeşi olduğunu hatırlamıyorum.

Sonra Dağıstan işgal edildiği zaman Rus’un Dağıstan ahalisine senede adam başına bir kuruş sevkarar vergi tahsis ettiğini, bunun üzerine ulemâ ittifaken karar verip, “bu memleket Dar’ul harp olup burada durup düşmana senede bir kuruş vermek caiz değildir, çünkü Moskof kafiri, o aldığı bir kuruşa bir fişenk alıp Ehl’ül İslâma sıkacaktır. Burda durmak caiz değildir. Hicret vacip oldu” diyerekten, hicret ettiler. ve kah karadan zahmetle hudutlardan geçip Karadeniz’e çıktılar. Karadenizden vapur ile İstanbul yakınlarına veyahut İstanbul’a çıktılar. Ondan sonra Bursa civarına geldiler.

Bursa civarında o zamanki padişahın, Sultan Abdulhamid Han Cennetmekan Hazretlerinin, kendilerine Yalova yakınlarında, Bursa vilayetinde bir yer tahsis edip, o gelen ahali hep dağıstan muhacirlerinden bir memleket kurdular. Orda köy, kasaba oldular. Köy gittikçe genişliyerek 700 haneye kadar kadar çıkmış idi. Elmaalan isminde idi ilk o köyün ismi. Sonra Reşadiye kasabasına döndürüldü, Sultan Reşat zamanında. Sultan Reşat cennetmekanın Şeyh Şerafeddin Hazretlerine itikat ve hürmeti var idi. Hata Sultan Reşat, Şeyh Şerafeddin Hazretlerini Medine-i münevvere’ye hususi, kendisi tarafından orada kalpleri telif için göndermiş idi, huzuru peygamberiye.

Şeyhimiz Sultan’ül Evliya Abdullah Dağıstani Hazretleri, O şeyh Efendi Hazretlerinin 7 yaşından itibaren hizmetinde bulunup “Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin”, sonra Balkan muharebeleri,seferberlik, umumi harp ve sonraki olan harplerde kendisi bizzat islami cihada iştirak etmiştir. Çanakkale cephesinde başından sonuna kadar orada hilafet makamını muhafaza için, muharebe için bulunmuştur. Oradan Şam’a ve filistin cephesine, Kanal harekatına sevk edilmiştir. Oradan Bağdat’a ve bütün cephelerde verilen hizmet ile Devlet-i Aliyyeyi, İslam Halifesini ve Hilafet makamının müdafası için zahiri hizmette bulundu.

Cihad’ül Ekber olan hizmetinde, Ekmel-ul Kemal üzerine hizmet etti ki; Onun hakkında şeyhinin “Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin” ifadesi: “Bugün bize bir kimse üzerinde Cibril-i Eminin sureti bulunan bir cevher vasiyyet etse. Ki üzerinde Cibril-i Eminin sureti olan cevher, bunu işitiyorlar da; mevcuttur, gören yok. Yedi kralın hazinesi onu bozamaz. Onun kıymetini ödeyemez. Böyle bir cevheri, bir kimse bize vasiyyet etse. Bunu bugün dünyada Cihad’ül Ekberde en ileriye ayak basmış olan zata vereceksin dese, ben Abdullah Efendiye veririm diye kendi halifesi olan bizim Şeyhimiz Sultan’ül Evliyayı söyledi. Cihad’ül Ekber’de de o derece yed-i tula sahibidir.

Şeyh efendi hazretlerine yedi yaşından itibaren mülazemet edip, can ile, mal ile, ihlas-ı kemal ile onun hizmetini görmüş, her cihet ile onun hizmetinden kendisini razı ettirmiştir. Ve son deminde’de huzurunda bulunup, Şeyh Şerafeddin Hazretleri 1936 yılında (Allah-u Alem) ahirete teşerrüf ettiğinde onun tekfin ve cenaze hizmetini de görmüş idi.

Tamam ettikten sonra, Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin ona olan vasiyyeti: “Abdullah Efendi; benden sonra sana Şam’a kapı açılır. Kimseye danışma. Buradan çık. Şam’a hareket et. Senin makarrın, senin makamın Şamdır” diye vasiyyet etmiş idi. Onun üzerine Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin kerameti zahir olup, aradan bir sene geçmeden bir kapı açıldı. Onun hikayesi ayrıdır. Biz hülasa bir söz söyleyelim burada.

Şam-ı Şerife 1936-1937 senelerinde gelip, üç günde oranın nüfusuna geçti. Oranın asli nüfusuna kaydoldu. yerlisi gibi olup, o tarihten itibaren Şam-ı Şerifte Meydan semti cihetinde yedi sene, ondan sonra yukarı Salihiyye semtinde, Cebel-ü Kasiyun eteklerinde mütevazi bir ev tedarik edip, orada kaldı. Ve o yerin arkasındaki metruk, boş bir arazi üzerinde kendi elinin hizmeti ile bizzat çalışaraktan, oraya bir mescid bina etti. Kimsenin yardımına müracaat etmeden, kendisi mütevazi bir mescit kurdu işaret-i Peygamberî üzerine. Hatta bana o mescidin hududunu Peygamber-î Zişan’ın, Sıddık-ı Ekber ile gelip, geceleyin çivi çaktıkları mesafeyi bana gösterdi. O tayin olunan yerde, mescidi bina etti.”Bu mescid Cami’ül Mehdi, Makam-ı İsadır” diyerekten’de tebşir olundu. Ve bize de öyle tebşir etti.

O bütün Nakşibendi Tarikatının hülasa kendi elinde olaraktan, orda irşat hizmetini kendisine, verilen izinle devam ettirip,bütün mağripten gelen, maşrikten gelen kimselere, hakikat arayan kimselere, hakikat yollarından sohbet edip. Ümmi Şeyh olarak, Ümmi Peygamber A.S.V.ın hakiki menbaından. Şeyhimiz Sultan’ül Evliya, 1973 senesi 4 Ramazan günü ahirete teşrif etti. Dünyadan ahirete yürüdü. Defninde hazır olup, bize o kendisinin geride olan ihvanlarına hizmet için izin verdiği halde, onu o makama biz tevdi ettik.

Şeyh Şerafeddin Hazretlerinin kerametide zahir olup “senin makamın ve makarrın Şam’dadır” dediği söz tahakkuk ettikten sonra, o makamda, cami-i şerifde, O’nun türbesi ilel-yevm ziyaretgahdır. Nurlu makamdır. Gelen hacet sahiplerinin hacetleri, onun hürmetine yapılan dua geri çevrilmeyen saadetli makamdır. Allah (CC) bizi onun zahir ve batın hizmetleri ile müşerref kılsın. Hizmete ehil kılsın.

Şimdi bu kadar bir hülasa söz söylenmiştir. Bu herkesin aklında kalacak bir miktardadır. Daha uzun, boyuna sohbet esnasında verildiği cihet ile, o sohbetlerdeki tafsilat ile gelen menakibi var. O menakiplerden artık, o bilinir.

Zaten hepsini bir araya böyle şeylerin toplayıp durmak, bir yemeğin etlerini bir tabağa toplayıpta, öbür taraflarını etsiz bırakmağa benzer. Her tarafında bulunursa daha tatlı oluyor. Onun için böyle şeyleri, bu kadar söylemek için izin var. Her ne kadar şimdi sizin istediğiniz manada veyahut bu şimdikilerin zahir cihetinden, süslü-püslü usul ile bir kitaplar telif etmek için çok uğraşırlar da, işte bu tarihte, işte şu tarihte diyerekten. Bu gibi resmi işlere bizim sultanımız, Sultan-ül Evliya Abdullah DAĞISTANİ, hiç ihtimam göstermiş değildir.

Onun maksadı sohbet ile irşat etmektir. Kendi hal ve şanından, kendi başından geçenlerden bizim yanımızda, şimdi bir kütüphane dolduracak derecede onun sohbetleri vardır. Bize de boyuna söyletmekte olduğu sohbetleri yine onun kalbinden, bizim kalbimize naklolan meselelerdir. Keramet cihetinden bunu biz toplu olaraktan en başından, bütün teferruatı ile söylemeyede olur. Veyahut manevi hizmet gören hüddamden birisine emir olsa, o bu vazifeyi yapar. Veyahut yine bu hizmete müvekkel olan evliyalar vardır. Levh’ul mahfuzdan da onu istihsak edebilir, onun hayat hikayesini. Hiç karıştırmaksızın, tamam. Lakin onlara tevessül etmeye şimdi izin yok. İnşallah’ur Rahman yakın bir zamanda onun hakkında mufassal olan olan beyan, Sahibüz-Zaman’ın zamanında meydana çıkacaktır. Oraya kadar bununla iktifa edelim.

Biz böyledir, şöyledir diyerekten bir şöhret peşinde olmadığımız için, bu gibi meselelerde çok arkasına düştüğümüz olmuyor. Bu zamanın çok kimseleri kendisini meşhur etmek için şöyleydi, böyleydi, şunu yaptı, bunu yaptı diyerekten bir sürü işler yazıp dururlar. Ne kendine yarar, ne başkasına yarar.

Sohbetten maksat; uyuyanları uyandırmak, hastaları şifaya kavuşyurmak, ölü olan nüfusu diriltmektir. Eşkiyayı saadet makamına çekmektir. Küfrü silip, İmanı parlatmaktır. Bâtılı mahvedip, hakkı izhar etmektir. Kötülüğü silip, hayrı meydana getirmektir. Bu olduktan sonra matlup ve maksut hasıl olmuştur.

Allah (cc) Şeyhimiz hazretlerinin derecatını âli eylesin. Onun hakkında Şeyh Şerafeddin hazretleri, Şeyhimizin büyük şeyhi, bizimde büyük şeyhimiz, bir Dağıstan memleketinden gelen, oranın bir büyük şeyhine; Sohbet esnasında, o şeyh, Şeyh Şerafeddin Hazretlerinden beraberinde daim bulunan bizim şeyhimiz Sultan-ül Evliya hakkında sormuş.” Bu zat kimdir” demiş. “Yanınızdaki, biz sizi tanıyoruz da, sizin yanınızdaki bu zat kimdir? ” Şeyh Şerafeddin Hazretleri ona demiş ki: “Şimdiki haliyle mi kim olduğunu söyleyeyim, yoksa netice itibarı ile olacağı, giyeceği rütbeyi mi söyleyeyim” demiş. O Şeyh taaccüpte kalıp bir parça bu cevaptan, demiş ki: ” İkisini de dinlemekte faide var. İkisini de dinlemeyi severim” demiş. “Öyleyse” demiş. “Şimdiki bulunduğu makam -Şeyh efendi hazretlerinin 50 sene evvelki makamından söylüyor- Şimdiki makamı bende dahil” diyor Şeyh Şerafeddin Hazretleri. “Şimdiye kadar gelmiş geçmiş ne kadar evliyalar varsa, hiç birisinin ayak basamadığı makama ayak basan kimsedir. Şimdi nihayet rütbesiyle de söyleyeyim; Vaktin sahibi olan Mehdi aleyhisselam geldiği zaman sırr’ül Kur’an ona açilacaktır. Fahr’ül Kâinat aleyhi efdâlüsselât efendimizin kalb-i saadetinden, SahibüzZaman’ın kalbine o sırr’ül Kur’anın açılmasında arada vesile olan zat budur. O hazinenin anahtarı budur. Bu olmadan o hazine açılamaz.

Bir de ahiretteki rütbesinden söyleyeyim: Cenâb-ı Hak kullarının arasında arasında hükmünü verdiği zaman, Estaizübiilah, “femen ya’melu miskale zerretün hayran yerağ femen ya’mel miskale zerratin şerran yerağ” diyerekten hesabı bitirecek. Cenâb-ı Allah (cc) miskal zerre hayrı da, miskal zerre şerri de hesaba çektikten sonra, kulları; bu fırka cennetin, bu fırka cehennemin ayrılıp Mahkeme-i Kübrayı tekmil ettiğinde, o bizzat kendisinin mahkeme-i kübrada durduğu kürsiye Habibi çağıracak. Makam-ı Mahmud’dur o. “Şimdi ben hükmümü, Kur’anda bildirdiğim hükmümü temam ettim. Benim üzerimde hüküm sahibi yok. Şimdi seni hakim kılıyorum tekrar. Kalem-i âla’yı da eline veriyorum. Bu kalem-i âla, onun için

Cenab-ı Hak verecek yed-i kudret ile efendimizin eline. Allahtan (CC) kalemi eline alacağı için, dünyada eline kalem tutmadı Peygamber A.S.V. o makamdaki şerafete tazim için. O Kalem-i âlayı verir de ona der ki: “İstediğini cennete gönder, istediğini cehenneme, hüküm şimdi senindir ey Habibî” dediğinde, o kalemin yazan ucud a budur demiş.

İşte böyle rütbe sahibi başka bir şeyh varsa ben de gidip onun ayağının altını öpeceğim, yoksa bütün şeyhleri bu şeyhe tabi olmaya da çağırırım. Saadet isteyen kimse, Nakşibendi tarikatının hatimesi olarak, Nakşibendi tarikatinin bütün sırlarını ve marifet ve hikmetlerini isteyen kimse bu yoldan alacaktır. Bütün evliyalara da bundan açılacaktır. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah ve şükrülillah.

İRTİHALİ AHVÂLİ

Bu dünyadan ahirete teşrif ettiğinde olan bir meseleyi de söyle diyerekten bana emir verdi, şimdi hazret burada. Söyleyelim.

Dünyadan gittiği vakitte doktoru çağırdılar. Bizim damadın (Şeyh Hişam Kabbanî) ağabeyini çağırdılar. Şeyh efendi hazretlerini muayeneye diyerekten de, gelsin baksın. Doktoru bir yarın saat sonra arayıp bulup gelmiş. Doktor hemen kalbini dinlemiş, nabzını tutmuş. Ne nabız var, ne kalbin atması, ne nefes var. Onunla beraber bir sun’i nefes aldırayım diyerekten çabalamaya başlamış. Şeyh Efendi hazretleri gözünü açmış. “Bırak” demiş ona. Doktor bir fırladı. “Bana başkası söylese” diyor. “Ben ona katiyyen inanmam. Bizzat bana Türkçe söyledi, “BIRAK” dedi” diyor. “Bırak, uğraşma.”

Şeyh Efendi hazretlerinin haberi geldiğinde, ben senin dükkanda idim.(Gazi Magosadan Mehmet Eyüp Bey’e söylüyor.) O gün ben yetiştim. Lefkoşe’den öğleden sonra Beyrut’a, Beyrut’tan Şam’a yetiştik. Tam akşam namazında yetiştim. Ben tahmin ettim ki, kabristana götürüp defnettiler. Meğer Şeyh Efendi hazretleri razı olmadı. Biz orada bulunmadan defnedilmeye izin vermedi. Ben tam akşam namazı salına salına geldim. Baktım camii şerifin içerisinde. Millet etrafta dolu. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin camiinde kıldırmışlar cenaze namazını. Muhyiddin-i Arabi Hazretleri türbesinde bir ucu cenazenin, bir ucu kendi mescidine çıkmış. Şam’da öyle cenaze görülmedi. Tabutu parmak üstünde gelirmiş. hem de uçarak. O camide, mihrab önünde hem de, ben yetiştim. “Ah Nâzım efendi” dedi bana. “Bu kadar vakittir burada durduruyorsun, gene bir parça hareket etmiyorsun.” “Ya Seyyidi sizin emirlen bu kadar hareket edebildim.” “Bir daha namaz kıl” dedi bana. Orada namaz kıldırdılar, ama bize ait olan namaza tekrar bana emir verdi. Bir namaz kıldık orada, tekrar cenaze namazını. Ben indirdim kabri saadetine.

Ondan sonra o vazifeyi bitirip durduğumda orda bulunan ulemâ ve meşayihten bazıları dedi ki: “Yâ Şeyh Nâzım telkin et” dedi bana onlar. Ben dedimki: “Teeddüp ederim, şeyhimiz hazretlerine biz telkin edecek adam mıyız, bu ne demek?.” Bir dua okuduk orada. Ben duayı bitirdim. Orada dururken. Bana Şeyh Abdullah DAĞISTANİ efendi hazretleri makamından sesleniyor: “Nazım Efendi” dedi. “Hepsi burdan dışarı çıksın, mescidden. Sen dur burda” dedi. “Hepsi dışarı gitsinler.”

“Hepiniz çabuk dışarı, kapıyıda kapatın” dedim. “Beni burada yalnız bırakın şimdi.” dedim. Kimse kalmadı hepsi mescidin dışarısına çıktı. Şeyh efendi hazretlerinin de torunu kapıyı kilitleyip tuttu. Bana o zaman dedi ki: “Yâ veledi sana benim öğretmiş olduğum telkin var. Hususi telkin var. O telkini burda oku” dedi. O emir üzerine orda telkin verdirdi bana. “Bunu bütün ihvanların hakkında, onların sorularında bu telkin kafi geldi”, dedi. “Onların yükünü almak için, sana bunu ben emrettim ” dedi. “Bu telkin ile onların telkinleri temam oldu” dedi.

Şimdi o anda oraya 7007 olan sadatun-Nakşibendiyyunların ruhanileri hazır oldu. Hepsi de Hazret Abdullah DAĞISTANİ ile beraber oradan alındı. Dünya ehlinin işi bitti orada. Bu 7007 kişi, Nakşibendilerin büyük meşayihleridir. Ebu Bekr es-Sıddıktan itibaren, bu zamana kadar gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlar… Onlar aldılar Hazreti. Beni de beraber. Ben de onların arkasından gidiyorum. Öyle kıble tarafına yürü, yürü, yürü, yedi hatvede Medine-i Münevvere’nin Kubbet’ül Hadrası zahir oldu.

“Elfüsselatü elfüsselamü aleyke yâ Sultan-ül Enbiya.
Elfüsselatü elfüsselamü yâ Sultan-ül Evliya.
Elfüsselatü elfüsselamü yâ seyyidinel evveliyne velahiriyn.
Yâ seyyidi, yâ Rasulallah…”

Selatü selam vere vere bütün evliya oraya yetişti.

Peygamberi zişan, Ebu Bekr es-Sıddık bir tarafta. Hazret-i Ömer bir tarafta. Çehar-ı Yar-i güzin’ler hazır. O ehlül-Bâki, böyle karşı oldukları halde hazreti aldılar. Bize dediler: “Destur size, dağılmaya…” diyerekten, hepsi dağıldığında; ben orda, bizim mescidde bulundum yine. O zaman Peygamber teslim aldıktan sonra, orada kapıyı çaldım. “Git iftar et Nâzım efendi” dedi, Hazret. Ramazan ya o vakit. Çıkıp iftar ettim.

Bu sonuna ait onun kerametindendir. Bu da sizin itikadınıza kuvvet olsun için. Ne gibi bir zata tâbi olduğunuzu bilmek için, bunu bize söylettiler. Allah-u Zülcelal. Daha ne gibi hakikatler vardır. İtikadınıza göre, size, kalbinize açılacaktır. Daha Sahibüz-Zaman geldiğinde; onun vazifesi bitmedi. Sahibüz-Zaman ile beraber göreceğiz, onun, biz asıl hakikatini…

Ve minellâhu tevfik.
Bi-hürmetil-fatiha.

—0—

Sultan’ül Evliyamız Çanakkale günlerinden anlatırken: “İngilizin, Fransızın, İtalyanın donanmaları gelip; orayı bombardıman ettiğinde ve asker çıkardıklarında, İslâm askeri oraya hücum edip, tâ denizin içinde düşmanı süngüleyip, orda da tüketiyordu. Yalnız donanma uzaktan ateş edip, denizin içinde, o halinde, elinde silah tuttuğu halde şarapnel ile şehid olan kimseler olurdu. Onların elinden silahını almaya uğraşırdım. Kat’iyyen o silahı elinden almaya imkan yok. Öyle defnediyordum. Huzur-u Rabb’ül alemiyne öyle çıkmak istiyor. Bırakmıyor silahı. Kaç kimseleri ben böyle defnettim. Ellerinden silahı almak mümkün olmadı. Vatanın kıymetini bilen adam, böyle tutar. İmanın kıymetini bilen adam da böyle tutmalı” derdi…..

Kendi makamınında bulunduğu Cebel-ü Kasiyun dağı hakkında: “Cenab-ı Rabbül alemiyn yüzyirmidörtbin Peygamber gönderdi. Bin peygamberin kabirleri başka kuturlardadır, dünyanın başka memleketlerine dağılmıştır. Yüzyirmiüçbin peygamberin kabirleri hep Cebel-u Kasiyun’dadır” buyurmuşlardır…

Şeyh Nâzım Kıbrısî

14 Şubat 1982
Türk-İslâm Cemiyeti
Gazi Magosa-KKTC

AÇIKLAMALAR

Bu sohbet Şeyh Muhammed Nâzım Kıbrısi Hazretlerinin 14 Şubat 1982 günü Gazi Magosa Türk İslâm Cemiyetinde; benim “Üstadım, Sultan’ül Evliya Abdullah Dağıstani Hazretlerinin Kimlik bilgilerini ve kısa hayat hikayesini anlatır mısınız ? ” sualime cevaben yapılmıştır.

Leave a Reply